TÜRKİYE
HARP MALULÜ GAZİLER ŞEHİT DUL VE YETİMLERİ DERNEĞİ
ADANA ŞUBESİ
Bayrak
RESMİ GAZETE
BİR VATAN HİKAYESİ


KÜTÜPHANE
Üyelik Girişi
Aidat Borcu Sorgulama
BANKA HESABI
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.486832.6170
Euro34.601234.7398
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam26
Toplam Ziyaret82966

Ait Olduğu Yerde

Ait Olduğu Yerde


“Yavrum,” dedi yaşlı kadın buğulu gözlerle. “Yaşın daha küçük, memleket karışık, başına bir iş gelir. Gitme kurban olayım, bir-iki sene bekle bari.” Yalvardığı oğlunun ince ceketini tuttuğu elleri titriyordu, genç adam annesinin ellerini avuçlarına alıp teselli verircesine güçlüce sıktı. Kahverengi gözleri rikkatle ışıldıyordu, yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardı. “Anam,” dedi usulca. “Gitmem gerek. Akranlarım çarpışıyor, ben burada öylece duramam. Yüreğim bana öyle söylüyor.”

Kadının zayıf hıçkırıklarından başka ses duyulmadı bir süre. Mevsim yazdı, sokakta tasasız çocuklar yakıcı güneşe aldırmadan cirit atıyordu ve bu eski, toprak evde varlığından pek az kişinin haberdar olduğu bir dram yaşanıyordu. Biçare kadın umutsuzca diretti, bir işe yaramayacağını bilerek. “Karın var evladım, iki küçücük evladın var, onları bırakıp da gitme.” Gülümsedi Ahmet. “En çok da onları korumak için gidiyorum,” dedi. Kadın oğlunu iyi tanırdı, kibar, mülayim, fakat bağımsız, kendi başına karar veren bir gençti. Başkalarını kendinden önce getiren saf bir yüreği vardı ama bu özelliğinin farkında değildi. Bu, olması gerekendi Ahmet için. Annesi nihayet başını kaldırıp oğlunun kızıl şulelerle beneklenmiş kararlı gözlerine baktı ve ne olursa olsun kararından dönmeyeceğini anladı. Derince bir iç geçirdikten sonra ince penyesinin koluyla gözlerini sildi, zor bela gülümseyerek sarıldı ona. “Sadece şunu bil,” dedi kalan son takatiyle. “Seninle gurur duyuyorum. Kendine dikkat et. Dualarım seninledir.”

Bu kısa, ancak sonucu evvelden kararlaştırılmış diyaloğun sonucunda, oğlunun elini öpüp alnına koyduktan sonra çantasını sırtına atıp yola koyulmasını yaşlı gözlerle izleyen kadın, bu yaşların bir zaman sonrasına kıyasla henüz hiçbir şey olduğunu bilmiyordu, ömrünün en büyük ıstırabını tatmak üzere olduğunu bilmiyordu, tahta kapı kirişine dayanmış, kızarık gözlerini silerken bir süratle üzerlerine gelen hüzün bulutunu görmekten aciz olduğunu bilmiyordu.

 

                                                                   **********************

 

  Genç adam yola koyulmuştu, toprak bulaşmış çizmeleri tepelerin taşlı bayırlarını aşındırırken hayatında yeni bir devrin başladığını hissedebiliyordu. Ruhunda bu beyaz bir sayfa kadar temiz başlangıcın gelişini kutlarcasına bir heyecan vardı, tüm bedenini her zamankinden de daha güçlü hissediyordu, ayaklarında yeni bir kuvvet, dingin bakışlı gözlerinde yeni bir parıltı vardı adeta. Hiç olmadığı kadar huzurluydu, bir süredir vatan uğrundaki çarpışmaların sebep olduğu, yüreğini günbegün yiyip bitiren elem uçup gitmişti artık. Bu, “görev” bilinciydi. Şehitlere şehit, gazilere gazi unvanını yakıştıran en önemli duyguydu, bu, “yiğitlik” denen şeydi, kahramanlık duygusuydu. Ancak, biz adına ne dersek diyelim, Ahmet Keskin kendisine hükmeden bu ulvi duyguların farkında değildi henüz. Tek hissettiği sevinçti; tıpkı bu yola baş koyup da fani dünyadan şehadet mertebesine erişenlerin hepsinin olduğu gibi.

 

Nihayet yürüye yürüye hedefine vardığında sağ elini yumruk yaparak evin kapısını birkaç kez vurdu, içeriden hafif adım sesleri gelirken yüzüne bir gülümseme kondurdu. Kapıyı açan kişi, uzun süredir iletişimi sürdürdüğü en yakın arkadaşı, yegâne dostu Mehmet’ti, beraber büyümüşlerdi. Hasretle kucaklaşmalarının ardından Mehmet onu içeri buyur etti, hazırda demlenmiş çayından ikram ederek karşısına oturdu.

“De bakalım Ahmedim,” dedi hal hatır ettikten sonra. “Hangi rüzgâr attı seni buraya? Sırf keyfinden kıymetlilerini bırakıp da dere tepe aşacak adam değilsin sen.”

Mehmet’in bahsettiği “kıymetliler”, Ahmet’in o zamana kadar baktığı Bursa’daki hayvanlardan başkası değildi.  Genç adam küçüklüğünden beri hayvanları sevip gözetmişti, yaşıtları eğlence niyetine onlara eziyet ederken ne pahasına olursa olsun korurdu çocuklara karşı. Şefkatli yüreği o zamandan kendini göstermiş, kalbindeki sevginin insanlarla sınırlı kalmadığını belirtircesine her türden canlıya merhametle bakmıştı. Bu yüzden gittiği Bursa’da hayvan bakıcılığı yapmasına kimse şaşırmamıştı.

Ahmet enerji toplarcasına ellerini ovuşturdu, durumunu, düşüncelerini açıkça en yakın arkadaşına anlattı. Rahattı, onun bu dünyada manevi olarak kendine en yakın görüp hiçbir konuda çekinmediği iki insandan biri abisi Kemal, diğeri de şimdi karşısında konuşmakta olduğu dostu Mehmet’ti. Her şeyi bir solukta özetledi: Bursa’dayken okuduğu gazeteleri, nicedir yüreğini kemiren endişeyi, uzmanlığa girme kararını aldığı süreci, ailesinin tepkisini. Mehmet, tüm bunları sessizce dinledi, genç adam sustuğunda ne düşündüğü bakışlarından anlaşılmayan gözlerini Ahmet’inkilere dikti.

“Ne düşündüğümü bilmek istersen, şaşırmadım. Nasıl diye sorma ama, daha kapıyı çaldığın an hissetmiştim niyetini. Benim söyleyeceklerimi zaten tahmin etmişsindir, yine de dile getireyim: İki küçük çocuğun, genç bir karın var. Uzmanlık çetindir, yıllarını, yüreğini vermen gerekir. Tüm bunlara rağmen soruyorum şimdi: Kararın kesin mi?”

Ahmet kelimelere dökmeye hacet görmeden kararlı bir şekilde başıyla onayladı. Bunun üzerine Mehmet gülümsedi. “Emindim zaten. Her zaman arkandayım, kardeşim benim. Paraya gereksinim duyduğunu da biliyorum, geçenlerde tarlayı satmıştım. Al, yarısı senindir. Benim param senin parandır.”

Bu sözler karşısında Ahmet’in ağzı açık kalmıştı, gerçekten de buraya hem durumunu anlatıp borç istemek, hem de en yakın dostunu görmeye gelmişti ama aradan geçen bu kadar uzun sürede, onun kendisini ne kadar iyi anlayabildiğini unutuvermişti. Gözleri dolarak sarıldı arkadaşına, teşekkür etti. Elbette bu parayı her zaman arkasında olan abisi Kemal’den de isteyebilirdi ancak o şimdi yeni evliydi, hal böyleyken abisine yük olmak istememişti. Şimdiyse sırtından bir yük kalkmıştı, bir süre daha oturduktan sonra Mehmet’le vedalaşıp Diyarbakır’a giden akşam otobüsüne binerek yola koyuldu, o sabah kendini uğurlarken gözyaşlarını tutamayan eşini, ne olduğundan habersiz ama endişeli gözlerle babalarını izleyen mini mini oğullarını düşündü, ardından başını silkerek dikkatini yola verdi. Artık vatan yoluna baş koyduğu o un yoldaydı: Sonunda aydınlık bir çıkış olsun ya da olmasın.

 

                                                 *********************************

Görev yerine varıp da eşyalarını yerleştirdikten sonraki gün, hemen talimlere başlandı. Ahmet gelmeden önce zorluk çekeceğini düşünüyordu, ne de olsa önceden eline silah aldığı bile olmamıştı. Yine de tahmininden çok daha kolay alıştı yeni yaşamındaki her şeye, öyle ki başçavuş bile şaşırmıştı bu duruma. Diğer komuta birliğindekilerle konuşurken, koğuştaki yeni yetmelerden birinin kulağına iliştiği üzere, o sert, ağzını bıçak açmaz, sürekli kaşları çatılı dağ gibi adam, yeni er Ahmet’in uyum yeteneği ve atışlardaki hayret verici becerisinden övgüyle bahsediyordu. Koğuş arkadaşları ona hemen ısınmışlardı, böylesi bir yerde, oldukça ironik bir şekilde sıcak bir ortam oluşmuştu.

 

Böylece, antrenmanlar, görevler ve –şimdilik- küçük çaplı çatışmaların arasında, zaman her zamanki gibi hızlıca akıp geçmeye devam ediyordu. Günler birbiri ardına geçerken de Ahmet her geçen gün buraya daha çok bağlandığını hissediyordu: Öyle ki üç sene içerisinde iki kere, o dönem çatışma bakımından çok daha sakin olan Konya ve Antalya’ya tayini çıkmıştı ama kabul etmemişti. Görev yeri gerçekten zordu ve yoğun bir çizelgeye sahipti, ama onun şikâyeti yoktu. Arada bir ailesini görecek kadar şanslıydı, telefonda sevdikleriyle görüşebiliyordu. Tüm bunlar olmasa dahi Ahmet yaşamdaki en kutsal şey addettiği vatanını savunmayı seviyordu, bu boz dağları, yoldaşlarını seviyordu. Her şeyi seviyordu ve mutluydu, Azrail’in her saniye kapısını çalabileceğini bilse de. Pek çoğu idrak etmez ancak bu erdemlerin en büyüğüdür, normal insanlar yaşamın kaçınılmaz bir parçası olan ölümü akıllarına getirmekle bile ürperip başka uğraşlarla kendilerini oyalarken, ülkenin dört bir yanında tüm askerler aldıkları her nefeste bu gerçekle beraber yaşıyorlardı. Ölümün soğuk elleri sofralarına, yataklarına, adım attıkları her yere durmaksızın uzanıyor, birer birer yanına alıyordu bu parlak gözlü, çelik yürekli gençleri. En şanlı bilgeler der ki, çaresi olmayan tek şey ölümdür, fani insan dünyadaki her şeyi yenebilir, ancak ölümü asla. Bu, somut olarak reddedilemeyecek bir gerçek olmasına karşın, o bilgelerin vücutları ülkenin dört bir yanına dağılmış olsa da ruhları beraber çarpışa, yürekleri beraber atan bu gençleri görse ne diyeceklerini merak ediyordu insan. Muğlaktı elbette, ancak şaşıracakları kesindi. Ne de olsa bu soğuk koğuşlarda, ölümün buzdan ellerinin ulaştığı halde alevini söndürmekten aciz olduğu bir ateş yanmaktaydı, bu da, herhalde zafere yakın bir şeydi. Arenadan atılsan dahi, başını eğmezsen kaybetmezsin. Bu yeni, ancak yüreklere derin harflerle kazılı kesin bir kuraldı.

 

                                                         ***************************

 

Kemal Keskin, o gün keyifsizdi. Kardeşinden aldığı telefon sinirlerini germiş, laçkalaştırmıştı. Durumu soran karısına anlattı kısaca. “ Dün gece izne geldi, sen uyuyordun. Biz otururken birden çağrı geldi: Ahmet’in yakın arkadaşlarından bir grup, geceleyin hendekte pusuya düşürülmüş. Hem o çocuklara kahroluyorum, hem de Ahmet için endişeleniyorum. Yüzü hayalet görmüş gibi beyazdı, çok sarsılmıştı. Kaç yıldır oralarda olmasına karşın hassas bir çocuk hala. Bu olaydan önce anlattıklarına göre gece operasyonları sıklaşmış, karşı taraf iyice azıtmış çünkü. Merhametsizler. Şu anda kardeşim, duygularının zayıf olduğu bu dönemde böyle bir hengâmenin ortasında. Ne yapmalıyım bilmiyorum.” Eşi, bu yolu Ahmet’in seçtiğini, en iyisini onun bileceğini söyleyerek yatıştırdı onu. Yine de ikisi de biliyordu ki, artık tehlike her zamankinden daha yakındı, ölüm, kadifeden ayaklarıyla usul adımlarını sıklaştırmış, kuvvetle yaklaşıyordu.

 

                                                           ************************

Hala arkadaşlarının yasını tutan Ahmet, hiç olmadığı kadar durgundu kaç gündür, elbette anlaşılır bir durumdu. Ne de olsa, aynı odayı, sofrayı paylaştığı silah arkadaşlarını kaybetmişti bir gecede. Buna rağmen, becerilerinde zerre eksilme olmamıştı. Tam tersine her zamankinden daha azimliydi, gözü hiçbir şey görmüyordu. Çatışmada sık sık siperden fırladığı oluyordu, silah arkadaşları gözetiyordu onu, ama her zaman Ahmet’i korumaya muvaffak olamayabileceklerini bildiklerinden, endişe duyuyor, onunla konuşmaya çalışıyorlardı. Ahmet, sessizce onları dinlemesine karşın, yüzünde anladığına dair bir emare yoktu, belli ki arkadaşlarının şehadeti onu fazlasıyla yıpratmış, pervasızlaştırmıştı. Günden güne araları azalan çatışmalarda, her zamankinden daha güçlü, ama daha dikkatsizdi.

Bu şekilde bir yıl daha geçiverdi.

 

                                                    *******************************

“Alo?”

“Kemal Keskin’le görüşebilir miyim?”

“Buyurun, ben eşiyim. Kendisi şu an tarlada.”

“Hanımefendi, söyleyeceğim şeye kendinizi hazırlayın lütfen, metin olun. Kaynınız dün geceki çatışmada şehit oldu.”

Kadın ne diyeceğini bilemedi, dili tutulmuştu adeta. Karşıdan komutanın çatlak sesi duyuldu tekrar.

“Alo, orada mısınız?”

Kendini zar zor toparlayarak cevap verdi, “Buradayım. Nasıl oldu, kesin mi? Gerçekten mi?”

Saçma şeyler sorduğunu biliyordu, ama kendini tutamamıştı işte. Adam bir süre sessiz kaldı.

“Çatışmada vuruldu, merkeze getirdiğimizde yarası çok derindi. Belki söylemek boşuna ama, ömrümde gördüğüm en iyi askerlerden biriydi. Ülke onun gibisini görmeyecek, bu topraklara kendi kanını kattı yıllarca, buna uygun şekilde de arşa erdi. Başınız sağ olsun.”

Ardından kapattı, ahizenin öbür ucunda hıçkırıklara boğulmuş kadını bırakarak.

 

                                                              ***************************

 

Kemal Keskin çökmüştü, adeta on yıl yaşlanmıştı. Tüm aile mahvolmuştu, cenaze evinde tek ses bile duyulmuyordu, kadınlar, erkekler, hepsi mütemadiyen sessizce ağlıyordu. Ahmet’in çocukları artık büyümüştü, ancak yüzlerinde şaşkın bir ifadeyle babalarının neden geri gelmeyeceğini anlamaya çalışırken bebekleri andırıyorlardı, onun sonsuza kadar gittiğini kabullenemiyorlardı bir türlü. Ne de olsa ölüm, bir çocuk için en anlaşılmaz şeylerden biridir.

 

Abisi, tarlada çalışırken kendisine doğru koşan karısını görmüştü, görmesiyle yüreği ağzına gelmişti, tahmin ettiği şeyin meydana gelmemiş olması için ardı sıra dualar ediyordu, kalbi sıkışmıştı. Kadının gözündeki yaşları görünce elini kaldırarak konuşmasına gerek olmadığını belirtti, ardından buğdayların arasında, artık vücudunu taşıyamayan dizlerinin üstüne çökerek acı dolu bir nida kopardı.

       

                                                            *****************************

 

Cenazeyi karşılamaya giderken, Urfa’da karşılaşmışlardı. Komutanı dinlediler, anlattığı her şey akıllarında bir bir canlandı. Her şey bu kadar basitti işte, bir kurşun, dokuz milimetrelik bir kurşun sadece, her şeyi bitirmişti, Ahmet düşmüş, al kanı toprağa karışırken gözleri, şeffaf bir cam gibi her şeyden habersiz parlayan yıldızları yansıtıyordu, yüzünde huzurlu bir tebessüm asılı kalmıştı. Genç adamın koca bedeni, hayalleri, düşünceleri, bu küçücük tahta tabuta sığmıştı şimdi. Cenazede ayakta düzgünce durabilmek için çırpındı annesi, abisi, eşi, onu doğru dürüst tanıyan tanımayan herkes. Havada matem vardı, acı vardı. Tabutun önünde abisi duruyordu, acısı yüreğini delmiş, ama gururunu taşıyarak. “İyiler genç ölür,” diye duymuştu Kemal bir yerlerde, bir zamanlar bunun doğru olduğunu düşünürdü fakat şimdi biraz farklıydı. Kardeşi ölmemişti, sadece artık sadece bir kabuktan ibaret olan bedeni geride kalmış, ruhu, layık olduğu yerde, semalarda dolaşmaya koyulmuştu. “Şimdi sıra orada,” diye mırıldandı gözünden damlayan yaş çiselemeye başlayan yağmurla toprağa karışırken. “Biraz da orayı gözet, Ahmet.”


Hikayenin Yazarı
Helin ÇELİK
2021 Yılı HİKAYE Yarışması
BİRİNCİSİ

SOSYAL MEDYALARIMIZ






     

BİZ BİZE YETERİZ
Saat
Takvim